Aslında Osmanlı İmparatorluğunda tüm dengeler 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşması ile bozuldu, Devlet-i Aliye’nin kurmay aklı isyan etti.
Bu isyan öylesine büyük bir çoban ateşi oldu ki kısa sürede yüz yıllardır unutulmuş Anadolu Türk’ünü yediden yetmişe ayağa kaldırdı, işte bu ruh “Türk Milliyetçiliği” ruhuydu ve o dönemin galip devletleri savaşı göze alamadılar ama kasap olarak Yunanlıları kullandılar.
Türk devleti Sevr’in intikamını Lozan Antlaşması ile aldı fakat masada kaybedenler bu başarısızlığı hiç unutmadılar. Türkiye’nin 2. Dünya savaşına girmemesi işin katmeri oldu.
Avrupa bizlere Sevr’i yaşatmak isterken 2. Dünya savaşında neredeyse yok olma ile yüz yüze geldi Türk düşmanlığından halen vaz geçmiş değil. Gerici İslam mücadelesi kisvesinde barbar Türkler daimi düşman olarak gösterilmeye devam ediliyor.
10 Ağustos 1920 İstanbul Hükümeti Sevr Antlaşması’nı imzaladı
Mustafa Kemal'in tepkisi “Türk milleti için uğursuz bir ölüm kararı, siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” kısacası biz Sevr’i tanımıyoruz dedi.
Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından Türkiye’ye son derece ağır koşullar dayatan Sevr sözde Barış Antlaşması, 10 Ağustos 1920 tarihinde, Sadrazam Damad Ferit Paşa başkanlığındaki Türk heyeti tarafından imzalandı.

Anadolu’yla birlikte Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bu anlaşmayla birlikte:
İstanbul Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak kalırken, Trakya’nın büyük bölümü Yunanistan’a, Ceyhan’dan Cizre’ye kadar olan kent merkezleri ise Suriye’ye bırakılıyor.
İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi on devletin kuracağı ortak komisyona bırakılıyor İstanbul başkent olmasına rağmen.
Fırat’ın doğusunda bir Kürt yerel yönetimi kuruluyor bugün DEM’lilerin istediği ama söyleyemediği Sevr maddesi.
İzmir’in egemenlik hakları beş yıl süreyle Yunanistan’a bırakılırken, Osmanlı Devleti’nin Arap vilayetleri, Kıbrıs ve Ege adaları üzerindeki hakları elinden alınıyor.
Azınlık hakları Müttefik Devletleri’n denetimine bırakılıyor, Osmanlı ordusu silahsızlandırılarak 50 bin kişiyle sınırlandırılıyor ve Türk donanması tasfiye ediliyor, 1914 yılında kaldırılan kapitülasyonlar yeniden uygulamaya sokuluyordu.
Kısacası siz şeklen varsınız lakin gerçekte yoksunuz demek.
1921 yılında Fransız bakan Franklin BOUİLLON ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmede Gazi "Sevr antlaşmasını beyninden çıkarmayan milletlerle, güven esasına dayanan işlemlere girişemeyiz. Bizim nazarımızda böyle bir antlaşma yoktur. Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz vazifenin asıl ruhudur.
Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Biz böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin yaptıkları hatalar ve yolsuzluklar yüzünden milletimiz, lafta mevcut zannedilen istiklalinde, bağımlı bulunuyordu.
Şimdiye kadar Türkiye'yi dünya uygarlığında kusurlu gösteren neler düşünülmüş ise, hep bu hataya bağlı kalmaktan ileri geliyordu.
Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefle yaşamak isteyen bir milletiz.
Biz bu niteliklerden yoksun kalmaya tahammül edemeyiz.
Ulusumuzun bütün bireyleri bir nokta etrafında toplanmış, sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığın temini ve sürdürülmesidir" demiştir.
Sevr’in isyanın belki de kırılma noktası 1. Dünya savaşında galipken mağlup sayılmaktı özellikle Çanakkale cephesinde, on binlerce şehit verdiğimiz Çanakkale’den düşmanı geçirmedik “Çanakkale geçilmez” destanını yazmıştık, fakat düşman on sekiz ay sonra tek bir kurşun atmadan boğazlardan geçip Yıldız Sarayının önüne savaş gemilerini demirledi.
İşte Devlet-i Aliye’nin Kurmay aklı belki de derin devleti bunu gururuna yediremedi, çünkü çok hazindir ve “Geldikleri gibi giderler” destanını ortaya çıkarmıştır.
Bu gün Ortadoğu’da yaşananlar, doğu komşu ülkelerimiz ve Güney Kafkasya ve Ege Denizinde yaşananlara bakılınca sanki Sevr’in intikamı alınıyormuş gibi geliniyor ama bizlerin içindeki o ruh halen taze hani haberleri olsun.