Hava Durumu

Rejim ve sistem evrimimiz

Yazının Giriş Tarihi: 13.11.2020 08:16
Yazının Güncellenme Tarihi: 13.11.2020 08:16

Osmanlı döneminde 1876 yılında Abdülhamit'in tahta çıkışına kadar Mutlakıyet (Monarşi/Padişahlık) ile yönetildik. Bilindiği gibi mutlakıyette devletin bütün güç ve yetkileri tek kişinin (kralın, padişahın ) elindedir ve kendisini kısıtlayan her hangi bir kanun yoktur. İktidarı sınırsızdır.

İkinci Abdülhamit döneminde ilk sistem değişikliği hamlesi ile tarihimizde birinci meşrutiyet olarak adlandırılan Parlamenter Monarşiye adım attık. Meşrutiyet kaba bir tarifle, hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halkoyu ile seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimidir. İlk genel seçim sonunda, meclise 69 Müslüman ve 46 Gayrimüslim milletvekili seçilmişti. (zaten gayrimüslimler için 1/3 kontenjan konmuştu) Osmanlı Rus savaşı nedeniyle meclis çalışmaları padişah tarafından anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyle askıya alınmıştır. İkinci Meşrutiyet ise 24 Temmuz 1908 tarihinde İttihat ve Terakki baskısıyla/darbesiyle ilan edilmiştir.

Osmanlıyı eksi ve artısıyla değerlendirmeyen ve kesin suçludur damgası vuran negatif bakışı; padişahı astığı astık, kestiği kestik olarak gösterir. İlber Ortaylı'nın tesbitiyle Alman Bismarck "Avrupa'nın en büyük diplomatıdır" dediği Abdulhamit bizde okutulan kitaplarda kızıl sultandır. İşte o Abdülhamit 27 Nisan 1909 tarihinde meclis tarafından tahtından indirilmiştir. (demek ki astığı astık değilmiş) İlginçtir kendisine yapılan suçlamalardan biri de "şeriata uymayan işler yaptığıdır"

İttihat ve Terakki bu tarihten sonra yönetimde ipleri tamamen eline almış, Sultan Reşat'la padişahlık makamını noter konumuna düşürmüştür.

Kendilerinden olmayan politikacılara, bakanlara pa­şalara, müftülere suikastlar düzenleyip öldürmüşlerdir. Halkı ve yöneticileri politize edip kamplara ayırıp ortamı haddinden fazla germişlerdir. Kendi milleti arasına bu denli nifak ve tefrika tohumları saçan İttihat ve Terakki çetesi, cahilce bir siyasetle Balkan Milletlerini ve kiliselerini birleştirmiştir, O ülkeler de aralarındaki sorun kalkınca; birleşip Osmanlıya saldırdılar. Abdulhamit kilise ihtilafını diri tutarak bize karşı ittifak yapmalarını engelliyordu.

Devlet çetesi olarak tâbir edilen İttihat ve Terakki grubu bir sürü cinayet işlemiştir. Semiha Ayverdi'nin "Bir Dünyadan Bir Dünyaya" isimli kitabından "...İttihat ve Terakki iktidara gelir gelmez vahşi ve gaddar bir diktatörlük kurmuş, on binlerce masum vatandaşı ya kurşuna dizdirmiş, ya astırmış veya arkasından kurşunlatmıştı. Meselâ biz çocuklar Beyazıt'tan geçerek bir yere gidecek olsak, daha evvel bir uşak gönderilir ve meydanda asılmış kimse olup olmadığı tahkik edildikten sonra evden çıkabilirdik. Yıllar yılı bu hep buydu. Hâlbuki İstanbul halkı 2. Abdülhamit devrinde bir defa olsun Beyazıt Meydanına idam sehpası kurul­duğunu görmemiş olduğundan, böyle tiksinti verici manzaraya alışık de­ğildi..."

İçinde bir elin parmakları kadar az sayıda takdir edilecek şahsiyetlerin bulunduğu bu cemiyet yönetimi, altı asırlık Osmanlıyı altı senede birinci dünya savaşına sokup tasfiye etmiştir. Bu gün nasıl ki Nazizm Almanya demek değilse, İttihat ve Terakki denen bu çete de asla Osmanlı demek değildir. (Konumuz sistem analizi ama bunları anlatmamın sebebi meşrutiyet dönemini çok kötü tecrübe edişimizdir.)

Birinci dünya savaşında yıkılan Osmanlı devletinin enkazında yeni devletimizi kurduk 23 Nisan 1920'de meclisimizi topladık, O meclisimizle 9 Eylül 1922 'de İzmir'i kurtarıp Kurtuluş savaşımızı kazandık. 29 Ekim 1923 tarihinde de cumhuriyeti ilan ettik.

Artık saltanat yoktu. Rejim cumhuriyet, sistem parlamenter sistemdi. Fakat 1924 Anayasasının öngördüğü merkeziyetçilik tüm Türkiye'nin tek parti tarafından kontrol edilmesine imkân sağlıyordu. Kurulan iki parti kısa sürede kapatılınca çok ciddi boyutta eleştirildi.

1946 yılına gelince ikinci dünya savaşı sonrası şekillenen dünyada bizde zorunlu olarak dış tazyikle çok partili siyasal sisteme geçtik. Artık parlamenter sistemimiz, aksak olan demokrasi eksiğini de gidermiş oluyordu.

Bilindiği gibi Meşrutiyette devletin tepe noktasına gelmek irsidir. Hanedan mensubu biri olmanız gerekir. Cumhuriyette ise bu makama seçimle gelinir. Tek partili sistemde milletvekilleri devletin belirlediği kişiler olur. (1927 seçiminden başlayarak 1946'ya kadar yapılan seçimlerde toplam 1037 milletvekili seçiliyor. 1032'si parti kimi seçtirmek istiyorsa onlardır, sadece 5 tanesi bağımsızdır) Çok partili sistemde ise (lider sultası olsa dahi) rekabet ve yarış vardır. Farklı sonuçlar alınır.

27 Mayıs sonrası ise maalesef Parlamenter sistemimiz filtrelenmiştir. Seçimi kazansan da muktedir değilsin. 1924 anayasası üç ve dördüncü maddesinde "Hâkimiyet bilâ kaydü şart (kayıtsız şartsız) Milletindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder (kullanır)" der. Dikkat edilirse egemenliğin kullanımı TBMM'ye aittir ve ortağı yoktur.

1961anayasası deyim yerindeyse; TBMM'nin egemenliği, çok partili sistemde de tek başına kullanmasını sakıncalı görmektedir. (nedeni de seçimi kazanan parti benden başka bir parti olursa devlet gücünü tek başına kullanmasın) bu noktayı açık olarak görmüş ve o açık duvar örülerek kapatılmış ve iyice sıvanmıştır. 1961 anayasasında "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Hükmü vardır. Anayasal güvence ile Meclise ortaklar atanmıştır. İlk bakışta yasama yürütme yargı olarak birbirini denetleyen kuvvetler ayrılığının olduğu bir sistem olarak sunulsa da kazın ayağı hiç de öyle değil. Ben buradayım diyen kurumlar vardır ve kantarın topuzunun kaçtığı çokça olay yaşadık.

Demokratik terbiye ve teamüllere uymayan hamlelere, beyanlara şahit olduk. Mesela dersek; Mesut Yılmaz "Ulusal güvenlik meselesi sadece askerlerin işi değildir. Sivil politikacıların da bu işle ilgilenmesi gerekir." Diyor. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu bu açıklamaya sert tepki gösteriyor ve "Siz ekonomiye bakın, bu işler bizim işimiz" hadsiz çıkışını yapabiliyor. (Kendilerini yasama yürütme ve yargının üzerinde gören bu anlayışa yakın zamana kadar dur demesi gerekenler dur demediler. 1980 darbesinde; AYM karşı durmadı bilakis ram oldu. 28 Şubatçılar yargıya brifing veriyorum dedi, koşar adım gittiler.)

Haftaya devam edelim.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.