Mübarek Ramazan ayına girdiğimiz şu ilk günde, daha iyimser şeyler yazmak niyetindeydim, fakat bir tarafta üzerimden hiç kalkmayan 28 Şubat'ın boğucu kasveti, öbür tarafta "Bir Kadir gecesi sabah namazından sonra..." dörtnala günaha koşan, adeta iyiliği katletmek için yaratılmış yeminli kötülerin kötürüm özgüvenleri karşısında, aciz bir kul olarak daha iyisini/iyimserini yazmak gelmiyor ne yazık ki içimden...
Ne var ki; yine de her bakımdan müebbet kötülere inat, en azından muhabbet ayına iyi başlamak için kimsenin adını zikrederek keyfini kaçırmak istemiyorum. Buna sebep meramımı bir masalla anlatacağım.
***
"Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkum öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarını bile, öz cevherlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. Bu, onlar için her günkü bir acıdır..."
Bu satırlar, Fransız yazar, Alphonse Daudet'in, "Değirmenimden Mektuplar" isimli kitabında yer alan, "Altın Beyinli Adam" masalının son cümleleri.
İçinde, tavşanların yaşadığı, çatısında baykuşların tünediği terk edilmiş eski değirmenin bir tarafını kendisine çalışma odası yapan yazar, çevresinde gördüklerini, yaşadıklarını kendi değirmeninde öğütüp, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da hüzünlü ve düşündürücü öyküler almış kaleme... "Altın Beyinli Adam" da, bunlardan birisidir.
Masal, som altından beyni olan bir adamı konu alır. Çocuk, büyük bir kafayla doğmuştur. Dünyaya geldiğinde başı o kadar ağırdır ki; hekimler, "bu çocuk yaşamaz" demişler. Fakat çocuk yine de yaşamış.
Yalnız, kafası kocaman ve ağır olduğu için yürürken sağa sola çarpması pek acınacak bir şeymiş. Bir gün, düşüp alnını mermer bir basamağa çarpınca kafasından bir altın damlası çıkmış ve böylece çocuğun altından bir beyni olduğu anlaşılmış.
Çocuk, onsekiz yaşına gelince ailesi sahip olduğu bu özelliği kendisine açıklamış. Çocuk, bu zenginliğinden gururlanarak evden ayrılmış ve hazinesini hoyratça harcamaya başlamış. Ancak, beyni tükendikçe günden güne zayıflıyor, güçsüzleşiyormuş.
Tam yaptığı hatayı anlayıp, yeni bir hayata başlamaya niyetlendiği sırada güzel kıyafetlere düşkün bir kıza aşık olmuş. Bu sefer de O'nun için beynini harcamaya başlamış. İki yıl sonra kız ölmüş ve adam çok sevdiği karısı için görkemli bir cenaze düzenlemiş.
Harcamalar sonunda kafasının içinde birkaç parça altın kalmış. Bu son parça altını da ölmüş karısının çok seveceğini düşündüğü bir ayakkabıya vermiş. Nihayet perişan olmuş ve aptal biri haline gelmiş...
***
Bugün, 28 Şubat...
4 Şubat 1997'de Türkiye, Ankara Sincan'dan yükselen tank sesleriyle uyandı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, o berbat görüntüler için, pişkin bir dille "Demokrasiye balans ayarı yaptık" ifadesini kullandı.
Sonrası malum, yaklaşık dokuz saat süren MGK toplantısından tarihe "Postmodern darbe" olarak geçen yirmi maddelik bildiri çıktı. Dönemin postal yalayıcı işçi ve işveren sendikaları da MGK toplantısında alınan kararları desteklediler ve Başbakan Erbakan, istifaya zorlandı...
Her ne kadar Çevik Bir başta olmak üzere 28 Şubat'ın failleri hak ettikleri cezaları almamış olsalar da "Bin yıl sürecek" diye kibirlendikleri karanlık süreç Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın asil duruşu ve halkın da Erdoğan'a ölümüne sahip çıkışıyla ötelendi.
Fakat bitmedi. Dikkat buyurun! Şükürsüzlüklerini yarıştıran yanaşmalar eliyle tehlikenin tersten geri tepmesi gibi bir durum da var. 28 Şubat'larda çekilen acılarla yenilgi yenilgi kazanılmış zaferlerin üzerinde oturan şükürsüz makam sahipleri, masaldaki, kafasında taşıdığı servetten gözü kamaşan adamın hadsiz hesapsız yaptığı harcamalar gibi; savurganlık yapıyorlar. Öyle ki; aynaya bakıp, kendi güçlerine mest olarak kah yönettikleri şehrin parasını savuruyorlar, kah şehri savuruyorlar, kah şehrin insanlarını, kurumlarını savuruyorlar. Dahası, kendilerini o makamlara taşıyan Ak Parti'nin oyunu, itibarını, irfanını, inancını savuruyorlar...
SON SÖZ:
Tükenmeyecek sanıyorlar... Ancak bu çılgın hoyratlığın sonunda yapayalnız kalmak da var. Tıpkı, altın kafasında açtığı kocaman gediği görünce irkilen ama geri de dönemeyen masal kahramanı gibi, yüreklerde açtığınız kahredici gediklerin büyüklüğünü anladığınızda artık çok geç olabilir. Zira surda bir gedik açmak muradıyla çıkılan bu seferde sapılan yolun çıkmaz sokak olduğunu anladığınızda iş işten geçmiş demektir. Sözün sonunda, 28 Şubat'ların bir daha yaşanmaması ve bir bakıma yenilenme ayı da olan Ramazan'a kavuşmanın şükrüyle, orucun bizleri tutmasını ve özde bayramlara erişmemizi diliyorum...