Gürsu, Kestel, Orhaneli, Harmancık... Geçtiğimiz hafta yalnızca ormanlar değil, Bursa bir sınavdan geçti. Alevlerin kara isi gökyüzünü kaplarken, yılların birikmiş ihmali yeniden gün yüzüne çıktı.
Olan biteni yalnızca bir doğa olayı olarak görmek kolay. Ama asıl mesele; doğayla birlikte hangi sistemlerin, hangi tercihlerin yandığını görebilmek.
Bu noktada, Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Doç. Dr. Ergül Halisçelik’in 12unto sitesinde yayımladığı kapsamlı analiz, yangınların arka planını anlamak açısından önemli bir kaynak niteliğinde. Sahadaki gözlemleriyle teorik bilgiyi birleştiren Halisçelik, sadece sorunları değil, çözüm yollarını da teknik bir çerçevede sunuyor.
Kamu yönetimi ve yerel politikalar alanında uzman bir akademisyen olan Halisçelik, uzun yıllar çeşitli bakanlıklarda, belediyelerde ve kamu kurumlarında üst düzey görevlerde bulunmuş bir isim. Şu anda Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri olarak görev yapıyor. Bürokratik deneyimi, akademik birikimi ve yerel yönetim pratiğiyle yangın gibi krizleri çok boyutlu değerlendirebilen bir yönetici profili sunuyor.

YANGIN RİSKİ: ARTIK YAPISAL BİR GERÇEKLİK
Halisçelik’in analizindeki belki de en çarpıcı cümle şu:
“Türkiye’de yangın riski artık geçici değil, yapısal bir gerçekliktir.”
Bu tespit, yalnızca akademik bir çıkarım değil; son haftalarda yaşadıklarımızın kısa bir özetidir. Ülke genelinde çıkan yangınlar, ihmal edilmiş orman stratejilerinin, çarpık kentleşmenin ve kurumsal koordinasyonsuzluğun sonucu.
Bursa’nın doğusunda yerleşimle iç içe geçmiş kızılçam ormanlarının taşıdığı risk bir kez daha ortaya çıktı. Hızlı büyüyen ve ekonomik getirisi olan bu tür, yangına karşı neredeyse savunmasız. Halisçelik burada açık konuşuyor:
“Kızılçam hızlı büyür ama yangına karşı neredeyse savunmasızdır.”
Bu uyarı, doğaya yönelik politikaların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Meşe, akçaağaç ve fıstıkçamı gibi alternatif türler artık yalnızca bir tercih değil, bir zorunluluk.
Yangın yalnızca alev değil, bir organizasyon testidir. Yerel gönüllülerin organize edilememesi, İHA görüntülerinin zamanında sahaya ulaşamaması, kurumlar arasında görev belirsizlikleri gibi sorunlar bu sınavda sınıfta kaldığımız noktalar oldu.
“Koordinasyonsuzluk yangını büyütür” diyen Halisçelik, teknolojik araçların tek başına yeterli olmadığını, bilgi akışı ve kurumsal senkronizasyonun önemini vurguluyor.

MERKEZ-YEREL DENGESİNDE İNCE BİR AYAR
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, büyükşehir olmayan illerde itfaiye hizmetlerinin AFAD’a bağlanacağını açıklaması, yerel ve merkezi yönetim dengesine dair yeni tartışmaları başlattı.
Halisçelik ise dengeli bir çözüm öneriyor:
“Bu yaklaşım, müdahaleyi merkezden değil, yerelden büyütmelidir.”
Çünkü ilk müdahaleyi yapan yerel ekiplerdir. Bu ekipler zayıf bırakılırsa, teknoloji de irade de yetersiz kalır.
Yangına yalnızca uçakla değil, bilgiyle de müdahale edilir. Tahliye prosedürünü bilmeyen bir köylü, yön tayin edemeyen bir genç, panikleyen bir aile... Bunlar geçtiğimiz hafta yaşanan gerçekler.
Halisçelik, yangın eğitiminin eksikliğini net biçimde vurguluyor:
“Yangına karşı en güçlü silah, bilinçli toplumdur.”
Tatbikatlar, kırsalda eğitim programları, okullarda kampanyalar... Bunlar sadece kriz anında değil, yangınsız zamanlarda da yapılmalı.
Yanan alanların imara açılması, madencilik ya da turizm gibi gerekçelerle değerlendirilmesi, doğaya karşı işlenen en büyük suçlardan biri.
Halisçelik burada da net:
“Bu alanlar yalnızca ekolojik rehabilitasyon amacıyla kullanılmalı; süreç şeffaf ve bilim temelli yürütülmeli.”

SONUÇ: AĞAÇ SAYISI DEĞİL, AKIL SAYISI
Erken uyarı sistemleri, sensörler, drone’lar elbette gereklidir. Ama asıl farkı yaratan, akıldır.
Halisçelik’in yazısı bir durum raporundan öte, bir yol haritasıdır. Türkiye artık geçici çözümlerle vakit kaybedemez.
Yangın yönetimi; doğayı, insanı, kurumu ve geleceği birlikte gözeten bir bütünlük ister.

Bursa bu dönüşümde öncü olmalı.
Çam dikmek değil, dirençli doğa kurmak hedeflenmeli. Ormanı ekonomik değil, ekolojik bir değer olarak görmeliyiz.
Ve unutmayalım:
Yangın yalnızca bir alev değil, bir sınav.
Bu sınavı geçmek için önce bilmek, sonra birlikte hareket etmek gerekir.
****
GAZZELİ AMİR’İN ÇIPLAK AYAKLARI: İNSANLIK BU KADAR KAYIP MI?
Dün gece televizyon ekranlarında, Gazze’nin kanayan yarası yeniden açıldı önümüzde. Ancak bu kez kanlı görüntüler değil, sadece fotoğraf kareleri eşliğinde, ağır ağır anlatıldı acı gerçekler. Trhaber’in haberinden ve Amerikalı güvenlik görevlisi Anthony Agular’ın yürek sızlatan tanıklığından öğrendik:
Amir adında küçücük bir çocuk vardı.
O çocuk, 12 kilometre yürüdü. Çıplak ayakları yara bere içinde. Günlerdir, belki haftalardır açtı. O küçücük elleriyle tuttuğu bir avuç mercimek ve pirince, o hayal ettiği ekmeğe kavuşmak için yürüdü. Gözlerinde umut, dilinde teşekkür vardı.
Ve o an, insanlık hâlâ yaşar dedi insanın kalbi.

Ama sonra… Sonra sırtından vuruldu. O minik beden, o umut dolu yürek, kocaman bir sessizliğe gömüldü. İsrail ordusunun kurşunlarıyla susturuldu. Agular anlatıyor: “Elimi tuttu, bana sarıldı, defalarca teşekkür etti… Sonra kaçmaya çalıştı, ama öldürüldü.”
İşte Gazze…
İşte insanlık. Yanan sadece evler, yıkılan sadece sokaklar değil. Yitirdiğimiz, her gün biraz daha yok ettiğimiz en değerli şey; insanlık onuru.
Şair Ahmet Arif’in dizeleri yankılanıyor kulaklarımızda:
"Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten, olmazsa insan olmaz yüreğim."
Ama bu yürek bugün nerede?
Bizler, bu dramın ortasında, bir çocuğun çıplak ayak izlerinde kaybolurken insanlığımızı nasıl koruyacağız?
Amir’in sesi, yüzlerce başka çocukla birlikte, sessiz bir çığlık. Bir avuç ekmek uğruna çekilen acı, bir teşekkürün ardından gelen ölüm…
Ey dünya!
Artık susturma vicdanını. Artık görmezden gelme, bu çocukların çığlığını.
Çünkü bir masumun ölümü, sadece onun ölümü değildir. O, insanlığın ölümü demektir. Ve bu ölüm, hiçbir zaman geçmemeli yüreğimizden.