Tam da Hürmüz Boğazı’nın kapatılacağı kabul senaryoları dünyayı tedirgin ederken, Ortadoğu’da dün saat sabah 07.00’i gösterdiğinde, savaş tam 12 gün sonra sona ermiş görünüyordu.
“Resmi ve tam ateşkes” ilan edildi. ABD Başkanı Trump sosyal medya hesabında dünyaya “Tebrikler!” yazdı. Oysa bölge halkları için, bu bir zafer ilanı değil, olsa olsa kısa bir soluklanma anlamına gelir.
Çünkü burası Ortadoğu. Ve burada ateşkes kelimesinin tarihi, en az savaş kadar kanlıdır.

12 günlük İran-İsrail savaşı; nükleer tesislerin bombalandığı, sivillerin hastanelerde hedef olduğu, İHA’ların düşürüldüğü, liderlere açık suikast imaları yapıldığı bir kaosa dönüştü. Sadece silahlar değil, aynı anda diplomasi, medya ve psikolojik harp mekanizmaları da devredeydi. Herkesin aynı anda hem saldırgan hem mağdur olduğu bu coğrafyada, ateşkes bir başlangıç değil, genelde yeni bir taktiğin habercisi.
Üstelik konu İsrail olduğunda, “ateşkes”in altında başka ajandalar aramak sadece bir gazeteci refleksi değil, tarihi hafızanın mecburi bir çağrısıdır.
Hatırlayalım…
1967’deki Altı Gün Savaşı’nda İsrail ateşkesi imzaladıktan sadece saatler sonra Sina Yarımadası’nı işgal etti. O tarihten bu yana, ateşkes masaları İsrail için bir “soluklanma” alanı, muhatapları içinse bir “kandırılma” travması oldu.
En son 2023’te Gazze’de benzer bir tablo yaşandı. BM gözetiminde ilan edilen ateşkese rağmen, İsrail’in tankları sınırı geçip sivil yerleşimlere yöneldi. Ateşkes imzası mürekkebi kurumadan, savaş uçakları yeniden havalandı.
Bugün de benzer bir tablo var. Daha ateşkesin ilk günü tamamlanmadan İsrail, İran’ı “ihlalle” suçladı. Yani bir anlamda topu yeniden havaya attı. Bu açıklamanın iki anlamı olabilir: Ya gerçekten ihlal yaşandı ya da “bir sonraki saldırı için meşruiyet zemini hazırlanıyor.”
Peki soralım: İsrail’e ateşkes konusunda ne kadar güvenilebilir?
Bu sorunun cevabını aramak için istihbarat raporlarına, askeri analizlere değil; sadece İsrail’in geçmişine bakmak yeterlidir.
Zira Tel Aviv yönetimi, barışı bir hedef değil, bir araç olarak gören bir siyasal kodla hareket ediyor. Her “ateşkes” aslında yeni bir iç siyaset malzemesi, küresel diplomasi kartı, medya kampanyasının perdesi.
Bir anlamda, İsrail’in ateşkesi kabul etmesi, savaşın bittiğini değil, başka bir savaşın başladığını gösterir: Algı savaşı.
Öte yandan İran’ın bu tabloda tamamen güven veren, şeffaf ve barış odaklı bir aktör olduğunu da söylemek zor. Tahran yönetimi de 1979 devrimi sonrası oluşturulan düzenle dış politika yapan, vekil güçler üzerinden savaş yürüten bir yapıya sahip. Ancak İran’ın savaş konusundaki “caydırıcılığı” iç kamuoyuna değil, daha çok ABD’ye ve İsrail’e karşı.

Dolayısıyla masada bir ateşkes varsa, bunun mimarı Trump gibi gözükse de mimarlık yerine şovmenlik yapmıştır. Savaşın en hareketli günlerinde Trump’ın yaptığı İran’da rejim değişikliği istemiyoruz açıklaması ardından ABD’nin Katar’daki üslerine haber verilerek atılan füzeler ateşkesin yakın ufukta olduğunu göstermişti.
İşin aslı ateşkesin dayandığı zemin gerçek barış değil, stratejik çıkar denklemidir.
Son söz; Ortadoğu’da savaş hiçbir zaman bitmez, sadece biraz soluklanır…
DONDURULMUŞ GIDADA BÜYÜK DEĞİŞİM; TÜRKİYE NE YAPMALI
Gıda sektörü gibi hayatla doğrudan ilişkili alanlarda, en küçük teknik değişiklikler bile büyük ekonomik ve çevresel sonuçlar doğurabiliyor.
Tam da bu noktada, Türkiye’nin önde gelen gıda sanayicilerinden, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanvekili ve Dış Ticaret Konseyi Başkanı Murat Bayizit’in gündeme taşıdığı konu basit gibi görünen ama stratejik derinliği yüksek bir mesele:
Dondurulmuş gıda sektörünün geleceğini yakından ilgilendiren bir dönüşüm.
Dondurulmuş gıda sektörü, modern gıda sanayisinin en kritik alanlarından biri. Üretimden ihracata, lojistikten perakendeye kadar çok katmanlı bir yapıyı barındırıyor. Bu zincirin temelinde ise değişmeyen bir norm var: -18°C dondurma sıcaklığı. Ancak bu norm artık sorgulanıyor.

Neden mi?
Dondurulmuş ürünlerin -18°C yerine -15°C’de saklanması, ilk bakışta önemsiz gibi gelebilir. Ancak bu 3 derecelik fark, enerji tüketimi, karbon ayak izi ve lojistik maliyetler üzerinde çarpan etkisi yaratıyor.
Verilerle konuşalım:
Bugün Avrupa’da büyük zincirler bu dönüşüme çoktan adım attı. İngiltere’de bazı perakende devleri -15°C uygulamasına geçti. Sadece testler değil, saha gerçekleri de gösteriyor ki, bu geçiş kaliteyi bozmadan maliyeti düşürüyor, karbon ayak izini küçültüyor.
Aynı zamanda Türkiye Dondurulmuş Gıda Sanayicileri Derneği Kurucu Başkanı olan Bayizit’in yıllara yayılan birikimi ve kavrayışıyla baktığımızda, bu fark yalnızca üç derecelik bir ayar değil; bir paradigma değişikliği. Çünkü burada mesele, sadece enerji faturası değil. Burada mesele, Türkiye’nin tarım-sanayi-ihracat üçgenindeki konumu, karbon hedeflerine yaklaşma stratejisi ve dünyada şekillenen yeni normlara karşı aldığı pozisyon.
30 yıllık bir deneyimin içinden süzülerek gelen şu önerme, konunun ne denli kritik olduğunu açıkça ortaya koyuyor:
“Sadece üretmek yetmez. Nasıl ürettiğimiz, nasıl sakladığımız, nasıl ihraç ettiğimiz artık asıl rekabet alanı.”
Ve biz?
Türkiye, dondurulmuş gıda alanında güçlü bir üretim kapasitesine ve coğrafi avantajlara sahip. Ancak üretmek yetmiyor. Yeni dünya düzeninde ürünün yanında karbon salımı da ölçülüyor. Enerji verimliliği, ihracatın alt satırlarında yer buluyor.
Murat Bayizit’in sesi tam da burada yükseliyor. O yalnızca bir sektör temsilcisi değil; aynı zamanda dönüşüm çağrısını yapan bir akıl. Açıkça ifade ediyor:
“Türkiye, bu değişimi yalnızca izleyemez; şekillendiren ülkelerden biri olmalıdır.”
Kolay mı? Hayır. Soğuk zincir yatırımı kolay değil, regülasyonlar da tek kalemle değişmiyor. Ama Bayizit'in ifadesiyle, bu tür “mikro düzeltmeler” makro düzeyde rekabet avantajı yaratıyor.
Türkiye, -18’de ısrar mı edecek, yoksa -15’le dünyaya entegre mi olacak?
Soru Bayizit’ten, cevap tüm sektörden bekleniyor.