Gazeteciliğe ilk başladığımız yıllarda, izlediğimiz panellerde ya da dinlediğimiz bilim insanlarının iklim değişikliği uyarılarını, daha çok uzak bir geleceğin meselesi gibi algılardık. “Bir gün olur” denilen ne varsa, bugün kapımızda. Üstelik hızlı, sert ve geri dönüşü zor bir biçimde…
Evliya Çelebi’nin “sudan ibaret” diye tarif ettiği Bursa, artık suyu konuşmak zorunda kalan bir şehir. Kente içme suyu sağlayan iki barajın kuruma noktasına gelmesi, Çınarcık Barajı’ndan yapılan by-pass ve 155 derin kuyuya rağmen yaşanan su kesintileri, meselenin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Göller çekildi, dereler sustu. Kasım ayından bu yana yüzünü gösteren yağmur ise yaraya merhem olmaya yetmedi. Kuraklık artık bir ihtimal değil, yaşadığımız bir gerçek.
Tam da bu tablo içinde, Dünya Su Yılı 1 Ekim itibarıyla başladı ve 30 Eylül 2026’ya kadar devam edecek. Dün Bursa Hakimiyet Gazetesi’nin yeni ofisinde önemli bir buluşma yaşandı.
Ulusal Su Hasadı Derneği (USUHAD) yöneticileri, suyun geleceğini konuşmak için kapımızı çaldı.

Derneğin kurucu başkanı İsmail Gerim, birlikte geldiği ve derneğin kurucu yöneticileri Adem Vural ve Fahri Dönmez, aslında Bursa’nın yakından tanıdığı isimler. Gerim’i BEBKA Genel Sekreterliği ve BUSKİ Genel Müdür Yardımcılığı’ndan, Vural’ı SSK ve BUSKİ Genel Müdür Yardımcılığı ile Nilüfer Belediye Başkan Yardımcılığı görevlerinden, Dönmez’i ise yıllar önce paramotor üretimiyle öne çıkan inovatif kimliğinden biliyoruz. Bugün Fahri Dönmez savunma sanayi için üretim yaparken, bir yandan da su tasarrufuna yönelik projeler geliştiriyor.
İsmail Gerim’in altını çizdiği en önemli nokta şu:
Türkiye’de hâlâ “suyumuz bol” algısı var. Oysa rakamlar bunu doğrulamıyor. Yağış miktarı belli, nüfus artıyor, sanayi ve kentleşme belirli bölgelerde yoğunlaşıyor. Ortaya çıkan tabloyu Gerim, sade ama çarpıcı bir benzetmeyle anlatıyor:
“Bir şirketin bilançosu gibi düşünün; gelir yağış, gider ise tüketim. Gider sürekli artıyor, açık büyüyor.”
Türkiye’de 25 havza bulunuyor. Bursa ise ağırlıklı olarak Susurluk Havzası, kısmen Sakarya ve Marmara Havzası içinde yer alıyor. Havza bazlı yönetim modelleri dünyada yaygın. Çin’in güneyden kuzeye su taşıma projeleri bunun çarpıcı örneklerinden biri. Ancak Gerim’in uyarısı net:
Havzalar arası su taşıma bir yere kadar çözüm. Asıl mesele, suyu doğru ve verimli kullanmak.
Bu noktada yağmur suyu hasadı ve gri su kullanımı öne çıkıyor. Yeni binalarda yağmur suyu hasadı sistemlerinin zorunlu hale gelmesi, 2026’dan itibaren gri su uygulamalarının yaygınlaşması önemli adımlar. Ancak sistemin sahada karşılık bulması için, belediyeler, kamu kurumları, işletmeler ve vatandaş arasında bilgi köprüsüne ihtiyaç var. Gerim’e göre bu boşluğu dolduracak en önemli aktörler ise sivil toplum kuruluşları.
Bir başka çarpıcı başlık da yer altı suları. Bursa’da suya ulaşma derinliğinin 50 metreden 250 metreye çıkması, ister istemez “Konya’daki obruklar Bursa’da da olur mu?” sorusunu gündeme getiriyor. Gerim bu noktada temkinli konuşuyor:
Bursa’nın jeolojik yapısı Konya’dan farklı, ancak bu alanın akademik çalışmalarla desteklenmesi gerektiğini özellikle vurguluyor.
Eksik olan bir diğer konu ise şehirleşme. Beton zeminler arttıkça, yağmur toprağa ulaşamıyor. Avrupa’da yaygın olan “yağmur bahçeleri”, Almanya’daki katlamalı yağmur suyu ücretlendirme modeli, aslında yerel yönetimlerin elindeki güçlü araçları gösteriyor. Yeşil alanı artıran ödüllendiriliyor, betonlaştıran daha fazla bedel ödüyor. Sistem basit ama etkili.
USUHAD bugüne kadar webinarlar düzenlemiş, belediyelerde ve okullarda seminerler vermiş. Sahada yağmur suyu hasadının nasıl uygulanacağını anlatan eğitimler de sürüyor. Verilen rakam çarpıcı:
Yağmur suyu hasadıyla yüzde 50’ye yakın tasarruf sağlamak mümkün. Üstelik taşkın riskleri de azalıyor.
İsmail Gerim’in sözleriyle bitirelim:
“Su damla damla yağar, damla damla harcanmalı.”
Toplum olarak bu bilinci kazanabilirsek, Bursa’nın ve Türkiye’nin suyla imtihanında hâlâ şansımız var. Aksi halde, Evliya Çelebi’nin anlattığı Bursa, yalnızca satırlarda kalır.
EN GENÇ ÜNİVERSİTEDEN BİLİMSEL ATAK
Türkiye’de üniversite sayısı çok, ama hikâyesi olan üniversite sayısı o kadar fazla değil.
Kimi tabelasıyla var, kimi kampüsüyle görünür, kimi de yaptığı işlerle konuşulur.
Mudanya Üniversitesi, henüz çok genç olmasına rağmen üçüncü gruba doğru hızlı bir yürüyüş içinde.

Türkiye’nin en genç üniversitesi unvanını taşıyor olabilir…
Ama gündemi, tercih edilme oranı ve düzenlediği etkinliklere bakıldığında yaşından beklenmeyecek bir özgüvenle yol alıyor.
Geçtiğimiz hafta bunun somut bir örneğini gördük.
Türkiye’nin en hassas ve en hayati başlıklarından biri olan “Terörsüz Türkiye” meselesi Mudanya Üniversitesi’nde ele alındı. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum’un burada yaptığı değerlendirmeler, sadece üniversite koridorlarında değil, kamuoyunda da yankı buldu.
Genç bir üniversitenin, ülkenin en ağır başlıklarından birine ev sahipliği yapabilmesi başlı başına bir tercih meselesidir.
Bu tercih, üniversitenin kendisini nereye konumlandırmak istediğini de açıkça gösterir.
Aradan çok geçmedi…
Bu kez sahne bilim dünyasınındı.

Bursa’nın tek vakıf üniversitesi olan Mudanya Üniversitesi, ilk uluslararası bilimsel kongresine ev sahipliği yaptı.
Uluslararası Bilimler Akademisi (UBAK) iş birliğiyle düzenlenen 4. Uluslararası Bilimsel Araştırma ve İnovasyon Kongresi, niceliğiyle olduğu kadar içeriğiyle de dikkat çekti.
36 ülkeden, 552 bilim insanı…
Sağlık bilimlerinden sosyal bilimlere, mühendislikten eğitim ve iletişim çalışmalarına uzanan geniş bir yelpaze…
Üstelik yalnızca çevrimiçi değil, yüz yüze oturumların da olduğu hibrit bir organizasyon.
Bu tablo, “yeni kurulmuş bir üniversite” klişesinin ötesinde bir fotoğraf veriyor.
Kongre Başkanı Doç. Dr. Emine Kılıçaslan’ın konuşmasında altını çizdiği “kolektif akıl” vurgusu önemliydi. Yapay zekâ odaklı büyük dönüşümün konuşulduğu bir dünyada, bilimi yalnızca teknik bir mesele olarak değil, daha insani ve adil bir gelecek perspektifiyle ele almak, üniversitelere düşen temel sorumluluklardan biri.

Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nimetullah Burnak’ın sözleri ise kongrenin ruhunu özetliyordu:
Bilimde sınırların değil, birlikte keşfedilmeyi bekleyen ufukların olduğu gerçeği…
Aslında Mudanya Üniversitesi’nin kısa sürede yaptığı tam da bu.
Yerel bir şehirde, ama evrensel bir dil kurmaya çalışıyor.
Sadece derslikler ve binalar değil; fikir, tartışma ve temas alanları inşa ediyor.

Mudanya Üniversitesi, daha yolun başında olabilir.
Ama attığı adımlar, bu yolculuğun sıradan olmayacağını şimdiden gösteriyor.