Bugünlerde kuraklık nedeniyle susuzluk konusu gündemde olsa da, Bursa’nın en kadim sorunu hâlâ ulaşım.
Şehrin neresine giderseniz gidin, mikrofon uzattığınız herkesin ortak şikâyeti belli: Trafik çilesi.
Bu yüzden seçim kampanyalarında da adayların bildirgelerinin ilk sıralarında hep ulaşım yer alır.
Ağustos ayında bu köşede, Erzurum’daki bir Bursa sevdalısının dikkat çekici analizini paylaşmıştım.
Adı Ahmet Ünal.

Hem mühendis hem hukukçu gözüyle Bursa ulaşımını inceleyen, eleştirirken aynı zamanda çözüm üreten bir isimdi.
O yazının başlığı “Bursa’da ulaşım ucuzdu, şimdi en pahalılar arasında” idi. Ünal, o gün “sabah saatlerinde yüzde 50 indirim”, “asgari ücretliye 50 binişlik destek paketi” gibi sosyal belediyeciliğe örnek fikirler önermişti.
Yani sadece eleştirmemiş, çözüm de önermişti.
Aylar sonra yine Erzurum’dan bir mektup geldi.
Bu kez konusu, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in seçim vaatleri arasında yer alan metrobüs hattıydı.
Ama üslup yine aynı: Titiz, ölçülü ve kaygılı.
Ünal diyor ki:
“Bursa’nın ulaşım planlaması akılla, veriyle yapılmalı. Her şehir kendi gerçeğiyle ölçülmeli.”
Ve altını kalın çizgilerle çiziyor:
“Başka şehirlerde başarılı olmuş sistemler, Bursa’da aynı sonucu vermeyebilir.”

Bu tespit, sadece mühendislik değil, aslında bir yönetişim dersi.
Çünkü bazen bir fikrin modası, verilerin önüne geçiyor.
İstanbul’da metrobüs çalıştı diye, her şehirde aynı sonucu vereceğini sanıyoruz.
Oysa Bursa’nın yol aksı, topografyası, nüfus yoğunluğu ve imar yapısı bambaşka.
Ünal, metrobüs hattının kapasite ve maliyet analizini de tek tek yapmış.
Diyor ki:
“Metrobüs hattı 1–2 milyon sterlin/km yatırım gerektiriyor. Üstelik özel otobüsler de alınacak. Bu bütçeye gerçekten gerek var mı? Bu kadar yüksek yatırım, Bursa’nın yolcu talebini karşılamak için mi, yoksa görüntü için mi?”
Sert değil ama yerinde bir sorgulama.
Çünkü Bursa’nın ulaşım sorununa her yeni proje değil, doğru proje çare olabilir.
Ünal, Mudanya hattı özelinde bir başka soruyu da gündeme getiriyor:
“İstanbul’daki gibi günün her saatinde metrobüsü gerektirecek bir yoğunluk var mı?”
Bu sorunun cevabını sahada gören herkes az çok biliyor.
Sabah ve akşam saatlerinde yoğunluk var ama günün geri kalanında ciddi bir trafik baskısı yok.
Eğer özel şerit yapılırsa, diğer araçlar için ayrılan kısım daralacak; bu da mevcut sıkışıklığı çözmek yerine artıracak.
Mektubun sonunda ise bir ulaşım mühendisinden çok bir Bursa gönüllüsünün uyarısı var:
“Ovamızı el birliğiyle kaybettik, bari yeşilimizi kaybetmeyelim.”
Durak aralıklarının 600–2300 metre arasında olması gerektiğini hatırlatıyor; ancak Bursa’da bu mesafenin 3 kilometreye çıkabileceğini, bunun da imar baskısını ve betonlaşmayı artıracağını vurguluyor.
Bu uyarı çok kıymetli. Çünkü Bursa’nın sorunu sadece ulaşım değil; ulaşımın şehri nasıl büyüttüğü, nereye doğru büyüttüğü.
Yeni hatlar, yeni yollar sadece trafiği değil, şehir dokusunu da şekillendiriyor.
Ahmet Ünal’ın iki mektubunda da ortak bir çizgi var:
Akılla, veriye ve sosyal adalete dayalı bir ulaşım politikası.
Bir yanda Avrupa’daki sınırsız bilet örnekleri, bölgelendirme önerileri, metro hatlarının kısaltılması gibi teknik çözümler...
Diğer yanda ise “yeşil alanı koruyalım, gereksiz yatırımla trafiği artırmayalım” diyen bir vicdan çağrısı.
Belki de Bursa ulaşımında eksik olan tam da bu:
Sadece plan değil, planın vicdanı.

Yakında Bursa’ya yerleşmeyi planlayan Ünal’ın satırları, bir mühendislik raporu değil;
Bursa’yı seven bir yurttaşın uyarısı.
Ve son soru, her ulaştırma projesinin önüne yazılmalı:
“Bu proje Bursa’nın yükünü mü hafifletir, yoksa geleceğini mi ağırlaştırır?”
Bu ülkede dört şey olmayacaksın; kadın, çocuk, ağaç ve sokak hayvanı…
Bursa Hakimiyet’in YouTube kanalında yayınlanan “Gözlem Kulesi – Haftanın Değerlendirmesi” programına hazırlanırken dikkatimi çeken bir veriyle karşılaştım ve bir kez daha irkildim
Başlıktaki o cümle geldi aklıma: Ünlü edebiyatçı Yaşar Kemal’in sözü…
Keşke sadece o günün şartlarına göre söylenmiş bir cümle olarak kalsaydı.
Ama Yaşar Kemal’in yıllar önce yaptığı bu tespit, bugün hâlâ ülkenin en acı gerçeği.
Her gün bir kadının, bir çocuğun, bir ağacın ya da bir canlının yaşam hakkı elinden alınıyor.
Bu hafta yine bir kadının öldürüldüğü haberi geldi Bursa’dan.
Bir kez daha içimiz yandı ama şaşırmadık.
Çünkü bu ülkede şiddet artık alışılmış bir haber türüne dönüştü.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun ekim raporu tabloyu açık biçimde ortaya koyuyor:
Sadece bir ayda 19 kadın öldürüldü, 22 kadın ise şüpheli şekilde yaşamını yitirdi.
2025’in ilk on ayında bu sayı 300’ü aştı.
Bunlar sadece istatistik değil; birer isim, birer hayat, birer hikâye.
Ve bu hikâyeler, giderek kanıksanan bir şiddet kültürünün aynası.
Ceza hukukçusu Avukat Gözde Egemen önemli bir noktaya değiniyor:
“Öldürmeyi kafasına koyan biri bıçakla da öldürür. Yalnızca kanunla şiddeti önleyemeyiz.”
Haklı…
Yasa ne kadar sert olursa olsun, zihin dünyası değişmedikçe şiddet bitmiyor.
Sorun, cezaların ağırlığından çok, adaletin caydırıcılığı ve toplumun duyarsızlığı.
Artık ekranlarda, sokakta, sosyal medyada bile öfke dili sıradanlaştı.
Bir ülke, kadınlarını, çocuklarını ve doğasını koruyamıyorsa, orada kalkınmadan, refahtan, modernlikten söz etmek anlamsız.
Bazen bir ülkenin nabzını ekonomi ya da siyaset değil, kadınların çığlığı belirler.
Ve bugün o çığlık, sağır edici boyutta.
Devletin, yargının, toplumun, hepimizin kendimize sorması gereken soru şu:
“Kaç kadının daha adı istatistiklere yazılacak?”