Bir hayalin eşiğindeyiz…
Bunca yılın ardından bir sabah “terörsüz Türkiye” denince, boğazımıza düğümlenen acılar biraz hafifler sandık.
Zihnimde 42 yıl önce Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde başlayan o karanlık günler canlandı yeniden. Eruh ve Şemdinli… Bekaa Vadisi… Bingöl’de 33 şehit…
Her biri Türkiye’nin yüreğine kazınmış tarihler. Her biri, bu ülkenin büyümesini, kardeşliğini, umudunu yaralayan birer dönüm noktasıydı. Gazeteciliğe başladığım günden bu yana, terörün açtığı her yara bir haber değil, bir hüzün başlığı oldu bende.
Şimdi...
Devletin en yetkili isimleri görüşüyor.
İmralı’da yapılan temaslar, Beştepe’de kabul edilen heyetler, Meclis’e kurulacak komisyonlar…
Terör örgütü elebaşı Öcalan’ın silah bırakma çağrısı ve PKK’nın fesh kararı…
Yıllardır “Çözüm mü, açılım mı?” tartışmalarına kurban edilen süreçlerin belki de en organize halkası bu.
Ama işte tam da o umutlu günlerin başlangıcında, Irak’ın kuzeyinden bir acı haber daha geldi. Metan gazı…
Zehirli bir ölüm…
Terörün gölgesinde görev yapan 12 evladımızı daha şehit verdi bu vatan.
Zehirlenerek ölmek…
Üzerine çok konuşulmaz, çünkü kurşun gibi ses getirmez. Ama bir mağaranın karanlığında nefessiz kalan o askerlerin her biri, bu toprağın tertemiz evlatlarıydı.
Bu, sadece bir gaz değil; yıllardır içimize sinen, yüreğimizi yakan, sinmemiş terörün zehri.
Terör örgütü silah bırakmaya hazırlanırken, arkasında bıraktığı ölümcül tuzaklar hâlâ can almaya devam ediyor. Bu bile bize, silah bırakmanın sadece eylemsel değil, zihinsel ve yapısal bir dönüşümle tamamlanması gerektiğini gösteriyor.
Devletin derin hafızasında 90’lı yılların her satırı kayıtlı.
Aynı hataları tekrar etmemek için yürütülen temaslar değerli.
MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Zap-Metina’ya kadar gidip sınır hattındaki üsleri ziyaret etmesi, yalnızca bir sembol değil, aynı zamanda bir kararlılığın da ilanıydı.

Ama gelin görün ki, terör denen illetin yüzü hep kalleş…
Bugün ateşin düştüğü 12 ocağın her birinde, umutlar biraz daha yaralandı.
Şair Enver Gökçe yıllar önce “Ölüm adın kalleş olsun” dediğinde, bilmezdi bu topraklarda ölüme bu kadar alışılacağını…
Ama alışılmamalı! Unutulmamalı! Unutturulmamalı!
Şimdi Meclis’te kurulacak komisyonlara büyük görev düşüyor.
Yaraları sarmak, toplumun vicdanında karşılık bulacak adımlar atmak, barışın zeminini öfkeyle değil, adaletle inşa etmek gerek.
Çünkü barış, sadece teröristlerin silah bırakmasıyla değil, bu milletin artık “şehit” haberlerine gözyaşı dökmeyeceği bir iklimin kurulmasıyla mümkündür.

O gün geldiğinde, belki o zaman gerçekten diyebiliriz:
“Artık ölüm değil, hayat kazandı!”
Ama bugün…
Bugün yine gözümüz yaşlı, yüreğimiz buruk.
Ve biz bir kez daha, Enver Gökçe’nin dizelerine sığınıyoruz…
****
ÖZÜR DİLERİZ ASLAN KRAL
Bir kafese kapatılmış hüzünlü bir yalnızlık, Manavgat’ta sabaha karşı kanla sonuçlanan bir özgürlük denemesiyle bitti. Adı Zeus’tu. Bir zamanlar ormanlar kralıydı. O sabah artık sadece bir “tehlike”ydi. Vuruldu. Kamyona yüklenip götürüldü. Tüm resmi açıklamaların ortak noktası buydu: “Aslan etkisiz hale getirildi.”
Oysa o an, etkisiz hale getirilen yalnızca bir hayvan değil, aynı zamanda insanlığın vicdanıydı.
Düşünün…
Gecenin üçünde bir fıstık tarlasında, bir battaniyenin altındaki iki çift gözü, sessizce izliyor. Sonra bir hamle… Kimin kime saldırdığı, kimin kendini savunduğu belli değil.
Süleyman Kır’ın boğazına yapışıyor. Çiftçi çıplak elle kendini savunuyor ve aslan kaçıyor.

Ve sonra silahlar konuşuyor.
Aslan ölüyor.
Bu, ne yazık ki sadece bir güvenlik zafiyeti değil. Bu, bir zihniyet meselesi.
Bir aslanı parmaklıkların arkasına tıkayıp, ona bir “doğal yaşam alanı” kurduğumuzu sanıyoruz.
Doğanın kurduğunu betona çevirip, vitrin yapıyoruz.
Adına da "Land of Lions" gibi havalı tabelalar koyuyoruz.
Oysa adı ne olursa olsun, orası bir hapis yeri.
Ve Zeus, belki de o kafese ilk kapatıldığı gün kaçışın planını yapmaya başlamıştı.
Kedigillerin en küçüğü, evdeki kedi bile bir boşluk bulsa camdan sarkar, kapının aralığından dışarı fırlar. Özgürlüğüne düşkündür.

Peki ya aslan?
Ormanların lideri…
Asil bir yalnızlık…
Binlerce yıldır efsanelere, masallara, armalara ilham olmuş bir gururun, demir parmaklıklar ardına sığması mümkün müydü?
Bu olayda asıl suçlu aslan değil.
Asıl tehlike, hayvanları "seyirlik" gören zihniyet.
"Çocuğum aslan görsün", "selfie çekelim", "nadir türmüş" diyen ve bunu normalleştiren bizler.
Doğanın şanlı kralları, biz eğlenelim diye kafese mahkûm ediliyor.
Ve gün geliyor, doğası gereği tepki gösterdiğinde; “vurularak etkisiz hale getiriliyor.” Sanki bir suçlu gibi…
Bilmeyenler için hatırlatalım:
Aynı hayvan parkında, geçen yıl 4 yaşında bir çocuk da aslan saldırısına uğramıştı.
O da hastaneye kaldırıldı.
O zaman da “inceleme başlatıldı”.
Şimdi de “soruşturma başlatıldı.”
Ama hiçbir inceleme, kafesin içindeki hayvanın duygularını kapsamadı.
Zeus’un ölümünden sonra kamu görevlileri, zabıtalar, jandarma, Milli Parklar yetkilileri üzerine düşeni yaptı.
Ama bu olay, yapılmayanlar yüzünden yaşandı.
Artık hayvanat bahçelerini yeniden düşünmeliyiz.
Betonla çevrili demir kafeslerin içi "doğal yaşam" değil, trajedi biriktiriyor.
Süleyman Kır…
Tarlasında sulama yaparken ölümle göz göze geldi.
O anda doğa ve insan karşı karşıya geldi.
Ama bu doğa değildi; bu bizim tutsak ettiğimiz, çarpıttığımız, bozulmuş doğaydı.
Şimdi dönüp baktığımızda elimizde sadece şu cümle kalıyor:
“Özür dileriz Aslan Kral…”
Sana özgürlüğünü veremedik.
Kendimizi doğanın hakimi sandık.
Ve bedelini sen ödedin.
Hem de ölümle.