Bursa geçtiğimiz hafta sonunu adeta bir korku tünelinde geçirdi. Kestel’den Gürsu’ya, Harmancık’tan Orhaneli’ye kadar uzanan orman yangınları, sadece binlerce hektarlık yeşil örtüyü değil, bir kentin hafızasını, doğayla kurduğu kadim bağları da yaktı.
Gündelik hayatın içinde çok fark edilmese de ormanlar sadece oksijen kaynağı değil, aynı zamanda kültürel belleğin taşıyıcısıdır. Her ağaç, çocukların şarkısında, bir dedenin anısında, bir annenin duasında yer eder.

Şimdi o anılar, kül olup havaya karıştı.
Yeşil Bursa'nın kalbi, ciğerleri kavruldu. Çocukluğumuzun piknik alanları, köylülerin yıllardır gözü gibi baktığı ormanlar gözümüzün önünde gri bir karanlığa teslim oldu. 40 dereceyi bulan kavurucu sıcaklık, ağaçları kibrit çöpüne çevirirken; kuzeyli poyraz, ateşi sırtlayıp dağlardan ovalara taşıdı. Yangın, yalnızca doğayı değil, şehir insanının doğaya dair sorumluluğunu da yaktı.
YANGINDA İHANET PARMAĞI
Yangınların doğal nedenlerle başlamış olabileceği ihtimali ilk etapta kabul görse de Harmancık’ta aynı anda altı farklı noktada yangının başlaması, soru işaretlerini büyüttü. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in bu yöndeki açıklaması dikkatle not edildi. Ne yazık ki tedirginlikte haklı çıktık. Daha sonra yakalanan ve FETÖ bağlantısı olduğu belirlenen eski bir astsubayın, "ömür boyu hapis yatmak için ormanı ben yaktım" şeklindeki itirafı, aslında bu yangınların sadece doğayla değil, milletin moral değerleriyle de savaştığını gösterdi.

Böylesi bir günde bir itfaiyecimizin kalp krizinden şehit düşmesi, gönüllü olarak tankerle gelenlerin trafik kazasında hayatını kaybetmesi, bu mücadelenin bedelinin ne kadar ağır olduğunu ortaya koydu. Bunlar sadece rakam değil; aileleri, hayalleri, yarım kalan cümleleri olan hayatlar. O yüzden yangın yalnızca ağaçları değil, insanın içini de yakıyor.

FARUK ÇELİK’TEN BİRLİK MESAJI
Bu tür felaket anlarında siyasi hesaplar bir yana bırakılmalı. Bu çağrıyı da yıllarca Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yapmış, şimdi ise Artvin Milletvekili olan Faruk Çelik’ten dinledik. “Üzgünüz, öfkeliyiz ama şimdi katkı verme zamanı” diyerek tüm Bursalılara çağrıda bulunan Çelik, yangınla mücadelede önce ortaklaşmayı, sonra konuşmayı önerdi. Üstelik dikkat çektiği bir başka nokta daha vardı: Yanan alanların bir kısmı hem meyve üretim bölgesi hem de OSB’lere komşu. Yani bu yangın sadece bir çevre felaketi değil, aynı zamanda ekonomik bir risktir.

Faruk Çelik’in sözlerinde bir devlet aklı, bir kriz yönetimi bilinci var. Sadece günü değil, yarını da gözeten bir yaklaşım bu. Yangın sonrası ortaya çıkacak sorunlar, göç eden yabani hayvanlardan, dengesizleşen mikro iklime, yer altı su kaynaklarının tükenmesinden, tarım alanlarının dumandan etkilenmesine kadar birçok başlık içeriyor. O nedenle Bursa’ya özel, kapsamlı bir eylem planına ihtiyaç var. Hem de hemen şimdi.
SOSYAL MEDYA: YANGIN DEĞİL, KAVGA ALANI
Ne yazık ki, ülke olarak büyük bir paradoksta sıkışıp kalmış durumdayız. Sahada insanlar canı pahasına yangına müdahale ederken, sosyal medyada bambaşka bir yangın sürüyordu. Herkes birbirine saldırıyor, yetkililerin paylaşımları üzerinden linçler başlıyor, geçmişteki siyasi hesaplaşmalar yeniden açılıyor.
Oysa afet zamanları, hesaplaşma değil kenetlenme zamanıdır. Yalan bilgiler, yanlış fotoğraflar, komplo teorileri, “Yine çam mı dikilecek?” çığırtkanlıkları… Tüm bunlar mücadeleyi zayıflatıyor. Bazen sosyal medya susmalı. Bazen sadece doğanın sesini dinlemeliyiz.

ZAMANLAMA MI, NİYET Mİ?
Bursa Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu’nu hafta sonu ağırladı. Yıllardır beklenen Doğancı Tüneli açıldı. Açılış töreninden önce bakanın sabah yürüyüşünden paylaştığı bir kare, yangın çıktıktan sonra paylaşılmış gibi kullanılınca tepki aldı. Oysa yangın aynı günün akşam saatlerinde çıktı ve Uraloğlu yangın üzerine iki gün boyunca Bursa’da kalıp yangın söndürme çalışmalarını bizzat koordine ettiği gördük. Gece yarısından sonra kameraların karşısına geçip açıklama yaptı.

Diğer yandan Başkan Bozbey de Yunanistan ve Bulgaristan’daydı. Şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybeden Batı Trakya Türklerinin sembol ismi Dr. Sadık Ahmet’in anmasına, ardından Filibe ve Mestanlı’daki etkinliklere katılmıştı. Bu, belediye diplomasisi açısından olağan ve Türkiye’nin Balkan politikası açısından önemli bir görevdi. Ertesi sabah Bursa’da yangın bölgesinde basın açıklaması yaptı ama o da eleştirilerden nasibini aldı.
Tartışmalar, ‘neredeydin’ sorusuna kilitlenmemeli. Asıl soru şu olmalı: ‘Ne yaptın?’
TÜRKİYE EŞ ZAMANLI YANDI
Yangınlara müdahale konusunda da bu sürede tartışmalar yaşandı ancak bir de büyük resme bakmak gerekiyor.
26 Temmuz günü Türkiye’nin dört bir yanında 76 ayrı noktada orman yangını çıktı. Evet, tam 76. Bir kısmı doğal nedenlerle, bir kısmı ihmal ve dikkatsizlik sonucu, belki bazıları da sabotaj şüphesiyle... Tarım ve Orman Bakanlığı’nın öncülüğünde yürütülen mücadeleyle yangınların büyük kısmı kısa sürede kontrol altına alındı. Ancak burada önemli olan şu: Bu kadar geniş alanda aynı anda çıkan yangınlar, doğanın geldiği alarm seviyesini gösteriyor.
Devletin resmi açıklamasına göre yangın söndürme gücü gerçekten büyük: 132 hava aracı, 5 bin 359 kara aracı, 25 bin uzman personel ve 131 bin gönüllü sahada görev yapıyor. Üstelik artık İHA’larla tespit süresi 2 dakikaya kadar inmiş durumda.
Yine resmi açıklamaya göre, bu güçlü tablo, Cumhurbaşkanlığı düzeyinde sürdürülen stratejik yatırımların ve kurumlar arası eşgüdümün önemli bir sonucu. Yani müdahalede eksiklik değil, sorun daha çok “aynı anda ve zor koşullarda çıkan yangınlarla mücadelede zamanlama” kaynaklı.
Ama yine de sormamız gerekiyor: Bu yangınların bazıları neden önlenemedi? Gece uçuşu yapamayan hava araçları, rüzgârın aniden yön değiştirmesi, zorlu arazi koşulları gibi etkenler elbette gerçek. Ancak bu gerçek, felaketin büyüklüğünü hafifletmiyor.
Tam bu noktada BTSO Meclis Başkanvekili ve Dış Ticaret Konseyi Başkanı Murat Bayizit’in çağrısı anlam buluyor.
Bayizit’in önerisi net: Savunma sanayi iş birliğiyle yerli yangın hava filosu kurulmalı, insansız gözetleme ve müdahale sistemleri geliştirilmeli. “Bayraktar yapabiliyorsak, yangın İHA’sı da yapabiliriz” cümlesi laf değil, bir vizyon.

AĞAÇ DİKMEK DEĞİL, EKOSİSTEMİ ANLAMAK GEREK
Yangın sonrası klasik tartışmalar yine döndü: “Yine çam dikilecek mi?”, “Zeytin ormanı kurulsun!”, “Badem dikelim, meyve yiyelim!”… Oysa Orman Genel Müdürlüğü’nün bilimsel açıklamaları net: Her ağacın ekosistemi farklıdır. Çam ağaçları, özellikle kızılçam, ülkemizin doğal türüdür ve yangın sonrası kendini yenileyebilir. Zeytin ya da badem gibi meyve ağaçları sık dikilemediği, yangına daha hassas olduğu ve ekosistem hizmetleri (oksijen üretimi, karbon tutumu vs.) açısından yetersiz kaldığı için ormanlaştırmaya uygun değildir.
Doğayla inatlaşılmaz, doğayla uyum içinde çalışılır. Ormancılık, bilim ve mühendislik işidir. Bizler sosyal medyada çam tartışırken, bilimsel planlamalar yıllar önceden yapılır. Önemli olan, bu planlara kulak vermek.
VE ŞİMDİ: BURSA’YI YENİDEN YEŞİLLENDİRME ZAMANI
Sonuç olarak Bursa’nın ciğerleri yandı ama bu bir son değil. Asıl sınav şimdi başlıyor. Bozbey’in “Bir yerine beş ağaç dikeceğiz” sözü, sadece bir temenni değil, bir toplumsal seferberlik çağrısıdır.
Bu şehir, erenlerin, evliyaların, sanayicilerin ve köylülerin omuz omuza yaşadığı bir coğrafya. Her kesimin bu çağrıya kulak vermesi gerek. Sadece belediyeler değil; sanayi odaları, okul müdürlükleri, muhtarlıklar, kadın dernekleri, spor kulüpleri… Herkes ama herkes bu yeşillendirme seferberliğine katılmalı.
Unutmayalım: Ağaç dikmek bir eylem değil, bir inançtır. Toprağın yeşereceğine dair duyulan inançtır. Şimdi Bursa için inanç zamanı. Küllerden doğan şehirler gibi, biz de yeniden filizlenmeliyiz.
Mudanya yangını sonrası bunu başarmıştı Bursa şimdi yeniden kolları sıvama zamanı…