"Hayatta yapılacak o kadar çok hata vardır ki aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yoktur” diyor Paul Sartre.
Depremler…
Orman yangınları…
Kuruyup giden göller.
Debisi düşmüş akarsular.
Yok edilmiş ovalar.
Sürekli bize bir şey söylüyor.
Dilleri olsa ancak bu kadar anlatırlar insana yanlışını.
Peki, neden ders almıyoruz?
Yanlışta neden ısrar ediyoruz?
Orman olmadan temiz hava olur mu?
Akarsular, yağmur olmadan var olabilir mi?
Yeraltı suları kontrolsüz kullanılırsa toprak kuruyup gitmez mi?
Dağlarda orman yok edilirken, yeraltı sularını besleyecek pınarlar su fabrikalarının tekelinde bırakılırsa kuruyan toprak, çölleşen iklim nasıl tarif edilir?
Mevlana diyor ki; “Ağaç dalındayken bilmezmiş yaprağın kıymetini, düşünce anlarmış onu ne çok sevdiğini.”
Yanmamışken sahip çıksaydık Katırlı dağlarını yeşile bezeyen ormanlara bugün bu kadar kötü bir sonla karşılaşır mıydık?
Uludağ’ın arka yüzünde başlayan 103 kilometrelik yolculuğunu Karacabey sınırlarında Marmara Denizi’ne dökülerek sonlandıran Nilüfer Deresi’ne bu kadar kayıtsız kalmasak, güzel bir çevre, pırıl pırıl akan bir sudan beslenen bostanlardan, tarlalardan daha sağlıklı ürünler soframıza gelmez miydi?
Sahipsizlik mi?
Vurdumduymazlık mı?
“Mandıra Filozofu” filminde bir replik var.
İzleyenler bilir.
Köyü, toprağı, canlıyı unutmuş iki kadın, Mandıra Filozofu’nun derme çatma evinin olduğu yere gelirken, Afrodit’in(Bu arada Afrodit bir inek) dışkısına basar.
Bunu fark ettiklerinde “İğrenç iğrenç” diye çığlık atarlar.
Mandıra Filozofu, “İğrenç değil, bir nimettir o.
Afrodit bunu yapmasa sen o domatesi sofrandan yiyemezsin” der.
Anlatmak istediği doğanın bir dengesinin olduğudur.
O denge içinde herkese yer var.
Sadece kendinize yer açmaya çalıştığınızda felaketlere de kapı aralarsınız.
Dağları delik deşik eden maden yasalarına…
Akarsuları kirleten sanayici kurnazlarına…
Toprağın olan yeraltı sularını yok eden paragözlere gel de anlat şimdi doğanın dengesini…